İşte Ezgi Başaran’ın röportajı:
“Bir dönem IMF’ye danışmanlık yapan Harvardlı Prof. Nouriel Roubini ülkemizde kahin ekonomist olarak tanınır çünkü ABD’deki 2007 krizini ilk dile getirenlerden biri olmuştur. Roubini’nin Global Economics adlı analizcilerden oluşan merkezinde Türkiye ve Gelişmekte olan Pazarlardan sorumlu ekonomist olarak görev yapan Mert Yıldız’ı buldum.
Neden derseniz, bir süredir, son derece endişe verici bir ekonomik kriz söylentisi var. Ufukta bir 2001 krizi görünüyor mu, neyle karşı karşıyayız, iç siyasetteki çalkantıların ekonomiye yansıması ne olur türünden soruları en iyi o cevaplayabilirdi. Yıldız uzun vadede sorun yaratacak yapısal arızalardan söz etse de içime su serpti. Yani su serpti de denebilir. Buyrun dinleyin.
Çin para birimi Yuan’daki çöküş, tüm dünyayı sarsıyor…
Dünya piyasaları niye çöktü, bize en basit haliyle anlatabilir misiniz?
-Dünya piyasalarının çökmesi tamamen göreli bir kavram. Evet bu hafta özellikle Amerika ve Çin kaynaklı düşüşler gördük. Fakat piyasalar tarihi yüksek seviyelerden düştü. Kaldı ki küresel piyasalar “çöktükten” sonra bile hala sene başındaki seviyelerde. Son beş seneyle karşılaştırırsak en yüksek seviyelerden biri hala. Her ne kadar piyasa oyuncuları son dönemdeki sert düşüşleri “Çin’deki ekonomik durgunluk” veya “Amerikan Merkez Bankasının faiz artırımı beklentisi” gibi olgulara bağlasa da aslında düşüşün arkasındaki en önemli sebep piyasalardaki son beş senedir duraksız artış. Piyasa oyuncuları her artışın eninde sonunda bir düşüşü olduğunun farkındadır. Herkes şu anda bu düşüşün ne zaman başlayacağını kestirmeye çalışıyor. İlk kötü haberde de ciddi bir satış geliyor.
Bu sefer kötü haber Çin’den geldi. Çin Merkez Bankası kuru ve faiz oranın kendi belirler. Bizdeki gibi piyasadaki arz ve talebe bağlı değildir. Tabii ki Çin Merkez Bankası arz ve talep dengelerini gözetir ama bunlarla kendini sınırlamaz. Son dönemde Çin’in para birimi olan Yuan’ın uluslararası ticarette daha fazla kabul görmesi için IMF’nin Çin’e kur ve faiz politikalarını liberalize etme yönünde baskısı oldu. Bir başka deyişle IMF kurun ve faizin değerini kapalı kapılar ardında değil, piyasanın dinamiklerine göre daha şeffaf bir şekilde değerlendirilmesi gerektiğini söyledi. Çin Merkez Bankası da bu yönde bazı adımlar attı. Fakat bu adımlar piyasada Çin ekonomisinde bir durgunluk olduğu ve otoritelerin ekonomiyi canlandırma çabası olarak algılandı. Çin ekonomisi dünyanın en büyük ikinci ekonomisi olduğu için piyasalar küresel bir durgunluktan çekinerek satışa geçtiler.
Asıl soru şu tabii: Çin Yuan’ı bizim lirayı ne kadar bağlar? Etkilenir miyiz?
-Dünyaya açık bir ekonomi olarak etkilenmemiz mümkün değil. Kaldı ki biz herhangi bir ekonomi de değiliz. Dışarıdan gelen finansmana çok bağlı bir ekonomiyiz. Türkiye her yıl borcunu geri ödemesi veya çevirmesi için toplam gelirinin yaklaşık yüzde 25’i kadar dış finansman bulmak zorunda ve piyasalar çökerken bu finansmanı bulmak zorlaşıyor.
2001 krizinin simgesi, dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’e yazar kasa atan bu esnaf olmuştu.
Yine kriz söylentileri var. Hepimizi çok tedirgin ediyor, karşımıza 2001’deki gibi bir tablo çıkma ihtimali var mı?
-Aslında sorunun cevabı ne evet ne de hayır. Evet biz zaten bir krizin ortasındayız. Ama hayır bu ve bundan sonraki krizler 2001’e benzemeyecekler.
Çünkü Türkiye ekonomisinin yapısı ve bu yeni yapıyla insanların kriz algısı değişti. Eskiden kriz dediğimiz hep doların bir gecede devalüasyonuyla başlar, büyümenin düşmesi ve işsizliğin artmasıyla devam ederdi. Herşey aniden oluverir, başbakanın IMF’yi davetiyle sona ererdi. Artık böyle bir durum yok. Türk Lirasının değerini Merkez Bankası değil, piyasalar belirliyor. Faizleri bile artık büyük ölçüde piyasalar belirliyor.
2001 krizi gibi bir şey yaşamayacağımızı söyleyip rahatlattınız fakat bir de ‘zaten krizdeyiz’ diyorsunuz. O ne demek?
-Bugünkü krizlerde dolar her gün biraz daha yükseliyor, faizler her gün biraz daha artıyor, büyüme her yıl biraz daha düşüyor, işsizlik her yıl biraz daha yükseliyor fakat yavaş yavaş olduğu için çoğumuz durumun farkına bile varmıyoruz. Bu olay kilo almaya benziyor. Sağlıklı beslenmiyorsanız her gün aynaya baksanız da kilo aldığınızı farketmeyebilirsiniz çünkü günden güne değişiklik çok ufaktır. Fakat sizi uzun zamandır görmemiş bir arkadaşınıza rastlarsanız size acı gerçeği söyleyebilir. Ekonomimiz günden güne çöküyor fakat farkına varmıyoruz.
Niye, sizin deyiminizle, sağlıklı beslenmiyoruz?
-1990’larda Türkiye’nin büyüme gücü kamuydu. Kamu borçlanırdı, yatırım yapardı. Bu yüzden kamunun ciddi bir açığı vardı. 2000’in başında kamunun yüksek bütçe açığı ve borcu bizi krize sokmuştu aslında. Artık Türkiye’nin büyüme gücü özel sektör. Özel sektör yatırım yapıyor. Özel sektörün açığı var (cari açık) ve özel sektör borçlanıyor. Kamu dediğiniz zaman tek bir dev kurumdan bahsediyorsunuz. Özel sektör dediğinizde pek çok şirket var. Tek bir dev kurum (kamu) sorun yaşadığı zaman bütün ülke krize girebiliyor. Özel sektörde pek çok oyuncu olduğu için bütün ülkenin etkilenmesi için hepsinin krize girmesi gerekiyor. Bu da kısa vadede çok zor.
Uzun vadedeki tablo ne?
-Daha uzun vadede belli başlı sektörlerin ülke ekonomisinde yüksek paya sahip olması kırılganlıkları arttırıyor. Nasıl kamu gibi tek bir dev kurumun ekonomide ağırlığının yüksek olması riskleri arttırıyorsa, inşaat gibi tek bir sektörün öne çıkması da benzer bir etki yaratıyor. İnşaat diyorum çünkü Türkiye’deki en büyük kırılganlık bu sektörde. Borcu döviz geliri Türk lirası olan bir sektör. Son dönemde doların yükselişi bu sektörü olumsuz etkiliyor çünkü borçları durduk yerde artarken gelirlerinde benzer bir artış olmuyor. Ayrıca kendi içinde TOKİ ve Ağaoğlu gibi devlerin ağırlığının çok yüksek olduğu bir sektör. Bir firmanın çökmesi bütün sektörü ve hatta bütün ülkenin ekonomisini riske atabilir. Bir şeyleri değiştirmezsek bu tür inşaat-emlak kaynaklı bir kriz çok uzak olmayabilir.
Döviz borcu olan şirketler bir tür davranış değişikliğe gitmeli o zaman öyle mi?
-Döviz borcunuz varsa fakat geliriniz de döviz cinsindense -örneğin ihracat yapan firmalar- kurun değer kaybetmesinden çok etkilenmezsiniz. “Açık pozisyonunuz” yoktur. Önemli olan döviz borcu olup, yerel kur cinsinde para kazanan firmalar. Bu sektörlerde uzun vadeli kredilere ihtiyaç var ve ülkemizde tasarruf oranının düşük olması sebebiyle uzun vadelerde kredi bulmak zor. Bu yüzden bu firmalar yurtdışından borçlanıyorlar. Aralarında büyük olanlar aslında göründükleri kadar riskli değiller. Çünkü bu firmaların sahipleri dışardan borçlanmak için yurtdışındaki mevduatlarını ipotek olarak gösteriyorlar. Yani şirketin döviz borcu var ama şirket sahibinin de döviz mevduatı var. Doların yükselmesi nette sahibi pek etkilemiyor sadece firmayı etkiliyor. Bu tür varlıklı sahibi olan büyük şirketlerin işleyişinde çok büyük bir değişiklik olmaz. Fakat dövizdeki hareketten olumsuz etkilenen KOBİ’lerde bir değişiklik görebiliriz. Bankalar tüm müşterilerine dövizdeki hareketten korunmaları için belli finansal ürünler sunarlar. Örneğin doları belli fiyatta sabitleyen ürünler vardır. Ülkemizdeki KOBİ’lerde bu finansal ürünler pek kullanılmaz. Çünkü KOBİ sahipleri ya finansal olarak okur yazar değildirler ve bu ürünlerin değerini takdir etmezler ya da bu ürünleri pahalı bulurlar. İlerleyen dönemde daha çok KOBİ yöneticisi bu tür ürünlere yönelebilir. Bu olumlu bir gelişme olur çünkü ülkemizde finansal piyasaların gelişmesine yardımcı olur.
İç siyasetteki gelişmeler, seçim, çözüm sürecinin son bulması vs. önümüzdeki aylar için Türkiye ekonomisine ne kadar etki eder? Sandığımızdan daha mı az?
-Bu gelişmelerin kısa vadede etkisi çok fazla değil. Biz her ne kadar ülkemizdeki gelişmeleri yakından takip edip olayları bu gelişmelere bağlasak da Türkiye gibi dünyaya açık fakat küçük bir ekonomide -evet küresel standartlarda Türkiye küçük bir ekonomi- kısa vadede ekonomideki gelişmeleri içerisi değil, dışarısı belirliyor. Çin’deki yavaşlamanın Türkiye ekonomisine kısa vadede doğrudan ve dolaylı etkisi Çözüm Sürecinin sona ermesinden çok daha büyük. Yine de belli başlı sektörlerde kısa vadede olumsuz etkisi görülebilir. Örneğin turizm genelde terörden çok ciddi bir şekilde etkilenen bir sektör. Uzun vadede olay çok daha farklı.
Ne gibi farklı?
-Bu olayların hepsini istikrarsızlık olarak değerlendirebiliriz. Ve istikrarsızlığın uzun vadede en önemli etkisi insana oluyor. Uzun süreli istikrarsızlık yaşayan ülkelerin halkları istikrar uğruna özgürlüklerinden vazgeçmeye razı oluyorlar. Diğer bir deyişle bu ülkelerde otoriter bir rejim kurmak çok daha kolay oluyor. İstikrarsızlık tehdidi insanları otoriter rejime muhtaç bırakıyor. Örneğin Rusya’da bugün Putin tek başına bütün ülkeyi yönetebiliyor. Putin’in otoriter rejimi Rus halkını çok da rahatsız etmiyor çünkü Sovyetlerin yıkılmasından sonraki istikrarsız dönemlerini hatırlıyorlar. Gülü seven dikene katlanır diyorlar. İstikrarı seven diktaya katlanır demek gibi birşey bu. Ekonomi dediğiniz şey aslında kaynakların etkin bir şekilde kullanımından ibarettir. Çözüm sürecinin son bulması kamunun kaynaklarının eğitime ve sağlığa değil, silaha ve savaşa ayrılmasına sebep olur. Eğitim ileride size büyüme olarak döner, savaşsa daha fazla savaş olarak.
Moody’s’in Türkiye kredi notuyla ilgili bir öngörünüz var mı?
-Kredi derecelendirme kurumları bir ülkenin kredi notunun değiştirmeden önce genelde görünümü pozitif veya negatif yapıyor. Bu değişimi yaptıktan 24 ay içinde kredi notunda bir değişime gitmek zorunda. Moody’s Türkiye’nin görünümünü 16 ay önce negatif yaptı. Yani 8 ay içinde karar vermek zorundalar. Son dönemdeki uluslararası ve yerel görünüme bakarsak notu arttırmak için ortada bir sebep olmadığı bir gerçek. Bu yüzden Kasım’daki seçimlerden sonra Moody’s in notumuzu kıracağını düşünüyorum.”